Plankonun gizli dünyası: Güzel, şaşırtıcı ve bazen de korkutucu

Plankton, sucul yaşam içinde en temel yaşam basamağı. Bünyesindeki klorofil ile güneş ışığı ve ortamdaki mineraller vasıtasıyla besin piramidinin ilk basamağını oluşturan fitoplankton ve fitoplankton ile etçil sucul yaşam arasında geçiş formu olarak kabul edilebilecek olan zooplankton beslenme yönünden iki plankton çeşidini oluşturuyor.

Dünya ve özellikle okyanuslar üzerindeki işlevlerine baktığımızda planktonun görevi ekosistem içinde son derece önemli fakat genel olarak gözle görülemeyecek kadar küçük oldukları için plankton hakkında bilinenler aslında halen sınırlı.

Okyanus ekosistemi içinde yaşayan hemen hemen tüm canlılar hayatlarının ilk evrelerini plankton olarak kabul edilen aşamada geçiriyor ve planktonun sınıflandırılması ve var olan planktonun kataloglanarak belgelenmesi geleceğimiz için son derece önemlidir.



Fotoğrafçılığın pek çok dalının aksine, plankton fotoğraflarının çekilebilmesi sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Çok karanlık yerlerde dahi bulunabilen planktonun fotoğraflarını çekebilmek için ekstra bir çaba gerekiyor, çünkü plankton son derece küçük ve kamera ile yakalanması zor canlılar.

[dbc_note note_color="#252525" text_color="#ffffff"]Sudaki canlılara ilk bakış: Plankton, nekton, nöston ve seston[/dbc_note]



Plankon ile laboratuvar ortamında mikroskopla çalışmak dikkat gerekirse de doğada da fotoğraflanabilen plankton var ve bunların en büyüğü ortalama 2 mm boyutunda.

Ryo Minemizu özellikle su altındaki planktonu fotoğraflamak konusunda uzmanlaşmış bir fotoğraf sanatçısı. Çekerek yayınladığı bazı fotoğraflar ise adeta canlı gibi, karenin içindeki plankton suyun içinde süzülüyor.



Plankton fotoğrafçılığı için bazı özel ekipmanlara ihtiyaç var. Minemizu'nun bu iş için özel bir ışıklandırma ekipmanı var ve bu bile işi başarmak için tek başına yeterli değil; Minemizu doğru fotoğrafı çekebilmek için suyun altında 8 saat kadar kalıyor.

Plankton fotoğrafçılığı için en uygun zaman bir çok türün gün içinde beslenme ve üreme için hareket ettiği gün batımları.

Dünya ekosistemi ve besin zinciri için son derece önemli olan planktonun görüntülenmesi, tanımlanması ve kataloglanması, su yaşamının dengesinin güncel durumunu takip etmek için çok önemli. Fotoğrafçılık ve veri yönetimini bir araya getiren bu önemli pozisyon, su altı görüntüleme teknolojileri ile ilgilenen su ürünleri mühendislerinin de gelecekte yapabileceği iş alanlarından birisinin önünün açabilir.

awesomeocean.com'daki yazıdan Türkçe'ye  adapte edilmiştir.

Su ürünleri tüketicileri için nitelikli içerik bir ihtiyaçtır.

Su ürünlerinin insan sağlığına fayda açısından dünyadaki en doğru protein, yağ, vitamin ve mineral kaynağı olduğu artık tüm dünyada kabul edilmiş bir gerçek. Besin kompozisyonunun yanında elde edilebilirlik maliyeti ve işlenmemiş hallerinin kısa süre içinde tüketilme gereksinimi, su ürünlerini nitelikli besin kaynaklarının başında bir yerlere konumlandırıyor.

Avrupa, Amerika su ürünleri tüketimi konusunda önemli pazarlar. Ülke devletlerinin ilgili merciileri kendiliğinden yada firmalar bulabildikleri her mecrada işlerini ve kendilerini halka tanıtarak su ürünleri tüketimini arttırmaya yönelik çalışmalarını iyi bir yol haritasının içine konumlandırdığı doğru materyallerle ve mecralarla yapıyor.

Türkiye için duruma göz attığımızda ise bu durum göze çarpan haliyle üzerinde ürünlerin reklamlarının yer aldığı broşürler, TV reklamları yada sosyal medya mesajlarından ibaret gibi görünüyor. Türkiye gibi önemli bir su ürünleri tüketimi potansiyeline sahip olan bir topluluğun bence eksik kalan yegane yanı, aslında su ürünlerini daha yakından ve çok yönlü olarak tanıyabilmek.



Bir üreticinin ürettiği su ürünlerini pazara sunması için artık yalnızca besin içeriği yönünden güçlü bir materyale sahip olması yetmiyor. Artık tüketici bu ürünün hikayesini de merak ediyor ve araştırıyor. Tüketicinin bu talebini fırsata çevirmek ise yine su ürünleri üreticisine düşüyor: nitelikli içerikler.

Su ürünlerini tüketenler için üretilebilecek içeriklerin arasında pek çok başlık var. Kültür yoluyla elde edilen su ürünlerinin getirdiği avantajların yer aldığı küçük bir broşür yada tezgahtaki taze balığın nasıl seçileceğini anlatan iki sayfalık mini bir kılavuz; hatta üreticinin sattığı su ürünlerini nasıl kolay, hızlı ve lezzetli bir şekilde pişirebileceğini öğrenebileceği bir kitapçık bile markanın tüketiciye verdiği değeri gösteren küçük ama önemli birer materyal olacaktır.

Türkiye’deki su ürünleri pazarında kendine yer açmak niyetinde olan her su ürünleri üreticisinin Türk insanı ile öyle yada böyle bir şekilde iletişim kurması gerekiyor. İşe başlanması gereken yer ise bir üretilen içeriklerin konacağı bir web sitesi ve içeriklerin paylaşılarak bilinirliğin arttırılacağı bir kaç sosyal medya hesabı. Her şey içeriğin kalitesine bağlı; bilgilendirici, ilgi çekici ve nitelikli metin, ses, video ve animasyon içerikleri markanızı önce bilinir yapacak daha sonra tercih edilir kılacak.

Su ürünleri sektörü için nitelikli içerik üretimi sektör içi iletişim ve bilişim altyapısında yeni bir istihdam alanının da önünü açacak. Su ürünleri yetiştiriciliği sektörünü tanıyan ve aynı zamanda müşteriler ve potansiyel müşteriler ile doğru bir şekilde iletişim kurmayı başarabilen kişiler, üreticilerin ürünlerini doğru bir şekilde anlatmalarına aracılık eden önemli bir konumda yer alacak. Su ürünleri tüketicisine ulaşmak isteyen her üreticinin, üretici birliğinin, kooperatifin çevresi ile doğru bir şekilde iletişim kurabilmesi ve etkileşimlerini yönetebilmesi için bugün sektörü tanıyan ve iletişim alanında doğru işler yapabilecek birileriyle çalışmaya başlaması gerekiyor. Yol uzun, üretimin tüketilmesi gerekiyor ve Türkiye, onlarla doğru iletişim kurmanızı bekliyor.

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile ilgili merak ettiğiniz her şey...


Genetik modifikasyon, dünya üzerinde şu sıralar bilim çevresini meşgul eden önemli konu başlıklarından birini oluşturuyor. Genetik modifikasyonu doğru bir şekilde anlıyor muyuz yoksa anladığımızı mı sanıyoruz, işin bu kısmında halen bazı belirsizlikler var. Bu belirsizliği mümkün olan en yalın hali gidermek ve genetik modifikasyon konusunda karanlıkta kalan noktaları ve merak edilenleri Ankara Üniversitesi’nden Dr. Verda Bitirim’e sorduk.

Öncelikle, genetiği değiştirlmiş organizma GDO, Genetically modified nedir? Bize kısaca bunu açıklayabilir misiniz?

GDO’lar (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), biyoteknolojik teknikler kullanılarak genetik yapıları değiştirilerek geliştirilmiş ürünler olarak tanımlanabilir. Bu ürünlere yani bunlara transgenik ürünler de diyebiliriz, o organizma bir aktivite açısından değiştirimiş veya ıslah edilmiştir. Kısaca GDO’lar genetik dizileri değiştirilebilen, doğal olmayan bir sebepten doğmuş organizmalardır. Günümüzde mısır, soya, kanola, pamuk, şeker pancarı, patates, pirinç, domates -ve artık balık gibi pek çok GDO ürünü bulunmaktadır.

Son yıllarda Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ve ürünlerinin yaşamın birçok alanmda kullanılmaya başlanması onları dünyada ve ülkemizde üzerinde en fazla tartışılan konulardan biri haline getidi. Genetik modifikasyonlara neden ihtiyaç duyuluyor?

Bu gerçekten tartışmalı bir konu. GDO'nun bilinen ve bilinmeyen yarar ve zararlarından bahsetmeden önce neden ihtiyaç duyulduğunu kısaca anlatmak gerekirse; bunun en önemli nedeni artan dünya nüfusu ve artan gıda tüketimi. Artan dünya nüfusunun iyi ve dengeli beslenmesinden önemli faktör olan gıdanın; bol, ucuz, kaliteli ve sağlıklı üretilmesi gerekmektedir. Nüfusun son 40-50 yılda hızla artışı, tarıma elverişli alanların giderek daralması, tüketim çılgınlığı, yanlış yapılaşma, kuraklık, küresel ısınma, erozyonlar, gıda israfı, üretim teknolojisinin henüz istenilen düzeye çıkarılamaması, sulamanın yetersiz olması, denizlerin kirlenmesi gibi çeşitli nedenlerle yakın bir gelecekte açlık sorununun insanlığı tehdit edecek bir boyuta ulaşacağı düşünülmektedir. Bu noktada bilim insanları biyoteknolojik yöntemler uygulayarak yaşadığımız ve yaşayacağımız bu soruna çözüm üretmeyi amaçladılar. En azından başlangıçta böyle idi.

Bir canlının “genetiği”, nasıl değiştirilir? (Genetik modifikasyon nasıl yapılır?)

Modern bitki biyoteknolojisinde temelde 2 yöntem kullanılır; yöntemlerin birincisi işin temelini oluşturmaktadır. Bunlardan birincisinde; aktarılmak istenen geni içeren gen kasetinin oluşturulması gereklidir. Herhangi bir genin transkripsiyonun gerçekleşebilmesi için de o geni çevreleyen DNA elementlerinin (promotor ve terminatör dizileri) bulunması gerekmektedir. Agrobacterium tumefaciens bakterisindeki T-DNA bölgesi çıkarılarak onun yerine aktarılmak istenen gen entegre edilmiş Ti plazmit kullanılarak hedef bitki hücresine aktarım yapılır. İkinci yöntem ise gen bombardımanı (gene gun) denilen ve altın ya da tungsten parçacıkların üzerinin hedef DNA ile kaplanması ve hedef hücreye hızla yollanması yöntemi kullanılır. Her iki yöntemle de aktarılması istenen DNA dizisi hedef bitki hücrelerine aktarılır ve daha sonra istenilen DNA’yı almış olan hücrelerin bölünmesiyle oluşan genetiği değiştirilmiş bitki elde edilir. Son 20 yıl içerisinde bu iki keşfin birlikte kullanılmasıyla bir çok kültür bitkisi türlerine gen aktarımı gerçekleştirilmiştir. Yine son zamanlarda canlının insan üzerinde alerji yapabileceği bilinen veya verimini düşürebileceği bir geni de çıkartılarak organizmanın genetiği değiştirilebilir.

Genetiği değiştirilmiş canlılarda ne gibi değişiklikler gözlenir?

Şimdilerde genetiği değiştirilmiş organizam deyince insanların aklına GDO deyince kocaman domatesler, 2 kafalı inekler geliyor olabilir ancak tabi ki gerçek böyle değil. Bu aslında biraz basının abartması. Asıl amaç söz konusu bitkinin büyüme ve gelişim sürecinde olumsuz etki eden genleri ortadan kaldırıp ürün kalitesini ve verimini arttırmak. Siz ürünlerde gözle görülür bir değişiklik göremezsiniz. Zaten biyogüvenlik yasalarınca da GDO teşhisinde uzmanlar göz ile bakmaktan çok genetik analizler ile ürünün GDO’lu olup olmadıgına karar verirler. Bu ürünler verimli (yani birim alanda yetişen ürün miktarı fazladır), zararlılara karşı dirençli, vitamince zenginleştirilmiş ve çevre şartlarına (soğuk, kuraklık gibi) dayanıklı ürünler olurlar.




Canlıların genetiği ile oynamak, bize ne kazandırır, ne kaybettirir? Genetik modifikasyon zararlı mıdır?

Şimdi bu noktaya kadar, GDO'lar harika bir şeymiş gibi gelmiş olabilir. Bu yanlış da değil. GDO korkulacak ve bize anlatıldığı kadarıyla da korkulması gereken bir teknoloji değildir. Zaten dediğim gibi en başta GDO’lu bitkiler tamamen ticari amaçlar ve toplumun tüketim ihtiyaçlarını karşılayabilmek için üretilmeye başlandılar. Ancak genetik modifikasyon şimdi daha az masrafla daha çok ürün almak için kullanılan standart olarak uygulanan bir yöntem haline geldi.

İşin içine ticari kaygılar girdiği zaman biz “iyi bilim, kötü etik”ten bahsedebiliriz. Şöyle ki, Dünya açlıkla mücadadele ederken, örneğin Afrika'da , besin miktarının artırılması ve içeriğinin zenginleştirilmesi oldukça önemli bir adımdır. Besin içeriğini zenginleştirmeye yönelik biyoteknolojik çalışmalar ile vitamin A yönünden zengin pirinç (golden rice) üretimi gerçekleştirilmiştir. Bu GDO alanında yapılan ilk girişimlerdendir. Dünyada Pirinç tüketimi çok olan ülkelerde A vitamin eksikliğinden kaynaklanan görme bozukluğunun, her yıl 250.000 ile 500.000 kadar çocuğun kör olmasına ve bunların üçte ikisinin de izleyen birkaç aylık süreçte ölümlerine neden olmakta. Ayrıca, transgenik yöntemlerle balıklardaki büyüme hormonu salgısı artırılarak et miktarını çoğaltma çalışmaları da yapılmıştır. Alerjik reaksiyonlara sebep olabildikleri belirlenen yer fıstığı, fındık, soya, buğday, inek sütü, yumurta, balık ve kabuklu su ürünleri gibi bazı besin grupları içindeki alerjik reaksiyona sebep olan proteinler çıkartılarak veya yapısı değiştirilerek bu besinlerin neden olduğu reaksiyonların azaltılması hedeflenmiştir. Soğuk sularda yüzen bir balığın buna dayanıklığını sağlayan protein kodlayan geni çilek gibi hassas meyvelere aktarılarak çevreye dirençli hale getirilebilir. Laktoz intoleransı olan bireyler için üretilmiş laktoz içeriği azaltılmış süt de genetiği değiştirilmiş besinlerin tedavi amacıyla kullanımına yönelik çalışmalardandır.

GDO sadece dirençli ve verimli organizma yetiştirmek amaçlı da değildir. Biyoteknolojik yöntemler kullanarak insan tedavisi için gerekli pahalı ilaçların ve aşıların bol ve ucuz üretilmesi hedeflenmektedir. Kronik karaciğer hastalığına sebep olan hepatit B virüsünü önlemek amacıyla mayalardan aşı geliştirilmektedir. Bu amaçla patojen mikroorganizmaların çeşitli proteinlerini sentezleyen genler muz, patates, marul, tütün gibi bitkilere aktarılmaktadır. Benzer şekilde çocuk felci, kızamık, kuduz, difteri ve bir çok viral hastalıklara karşı ilaç olarak kullanılacak aşıların GDO bitkilerde üretimi hakkında çalışmalar da yoğun şekilde yürütülmektedir. Ek olarak tarımda biyoteknolojiden daha çok yararlanılmasıyla herbisit ve pestisit gibi tarım ilaçların kullanımının azalması sonucu sağlık sorunlarının ve çevre kirlenmesinin azalacağı düşünülmektedir.

Tüm bunlar GDO’nun aslında öcü olmadıgını bize gösteriyor ancak dediğim gibi bir de bu işi “kötü etik” kısmı var.

Bu bağlamda çok tartışmalı konulardan birisi biyoteknoloji ile üretilmiş besinlerin, bir ürünün alerjik proteinini kodlayan geninin bir başka ürüne transferi ile zaten alerjik olduğu bilinen bir besinin bu özelliğinin daha da artması veya yeni alerjik proteinlerin ortaya çıkmasıdır. Yapılması gereken aktarılan gen ile ilgili ürün üzerin etiketleme yapmak ve kullanıcıyı uyarmaktır. Veya; bitkiye aktarılan antibiyotik resistan geni, bağırsaklarda bulunun bakterilere transfer olabilir. Bu da antibiyotik dirençlerini arttırabilir. Fakat Avrupa İlaç Ajansı Uzman Komitesi 22 Şubat 2007 tarihinde, Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi Uzman Paneli tarafından hazırlanan bir raporunda, transgenik ürünlerde kullanılan (antibiyotiğe dayanıklılık) NPTII geninin insan sağlığında kullanılan antibiyotiklerden farklı olduğunu bildirmiştir. Ayrıca bilinenin aksine, virüs yardımı ile aktarılan geni içeren besin tüketiminde ise bu geni besinle alan insan ve hayvanlarda bu virüse bağlı herhangi bir sağlık problemi yaşanmayacağı çünkü bu virüsün hayvanlarda ifade edilemeyeceği gösterilmiştir.

Tabi ki bugüne dek aktarımı yapılan bazı genlerin de büyümede ve embriyonik dönemdeki gelişmede toksik , kutajenik ve karsinojenik de olabileceği görülmüştür. Büyüme hormonu ile beslenen inek ve balıklarda daha ileri safhalarda insanlarda sorun yaratıp yaratmayacağı tartışma konusudur hala. Ancak bugüne dek belirgin bir etki gözlenmemiştir. Bu riskleri minimum indirmek için FDA’nın araştırmalara devam etmesi gerekmektedir ve bildiğim kadarıyla bu konular hala araştırılmaktadır.

GDO’ların ticari ekimlerine izin verilmeden önce çok iyi ve kapsamlı şekilde laboratuvar ile klinik testleri yapılmakta ve elde edilen bilgiler bağımsız bilim kurulları tarafından incelenmektedir. Biyogüvenlik düzenlemeleri, güvenlik karşıtı güçlerle mücadele yani tohumların kaçak olarak sokulması ve ruhsatsız/denetimsiz ıslahı da bu teknolojinin beraberinde getirdiği zarlardan başlıcaları. Fakat benim kişisel olarak da en çok rahatsız olduğum konu terminal genlere sahjp tohumlar ile yapılan ekim. Şimdi çiftçimiz bir sene mahsülünü alınca tohumları ile diğer yılın hasadını yapıyordu. Ama şimdi alınan tohum terminal gen yani tek bir ürün verebilecek şekilde olunca verimi yüksek fakat devamı olmayan ürünler alıyorlar. Tohum ve tarımsal ürün yönünden dış ülkelere bağımlılık sebebi ile, Türk çiftçisi zarar görüyor. Kötü etik olarak bahsetmeye çalıştığım noktalardan biri de bu. Yüksek verim amaçlı hazırlanan bir tohumu terminal genli yapıp üreticiyi kendine bağımlı kılmak iyi amacın dışına çıkmak bana göre.

Tür popülasyonları olarak düşündüğümüzde, genetiği değiştirilmiş organizmalarla doğadaki bireylerin karışması, türün dengesinde ne gibi değişmelere neden olabilir?

GDO’ların insan ve canlı üzerindeki potansiyel zararları veya riskleri de tartışılmaktadır. Transgenik türlerle ilgili en önemli problem kullanılan ülkenin doğal yapısını etkileme tehlikesidir. GDO’ların ekosistemdeki tür dağılımına etki ederek dengeleri bozabileceği ve bu nedenle küresel bir çevre ve besin krizine yol açabileceği de belirtilmiştir. Bu nedenle türlerin ekiminden kaynaklanan çevresel etkilerin anlaşılabilmesi için ülkenin iklimi, fauna ve florası ayrıntılı olarak bilinmelidir. Aktarılan genlerin doğal bitki türlerine atlayarak bulundukları çevrenin doğal türlerindeki genetik çeşitliliğin kaybına, yabani türlerin doğal yapısında sapmalara ve tek yönlü kimyasal uygulanması sonucu tek yönlü evrimin teşvikiyle ekosistemdeki tür dağılımı ile dengenin bozulmasına yol açabileceği düşünülmelidir. Örneğin böcek öldürücü gen aktarılmış Bt (Bacillus thuringiensis) mısırı poleninin, Kuzey Amerika’da yaygın bulunan Monarch kelebeğinin larvaları üzerinde öldürücü etkileri saptanmıştır. Bu kelebekler mısırla beslenmedikleri halde Bt mısırı polenlerinin kelebeğin temel besin kaynağı olan ipek otu üzerine ulaşması öldürücü sonuç doğurmuştur. Yani, genetik değişikliği operasyonuna maruz kalmadığı halde bazı ürünler kasıtsız olarak GDO’lara sahip olabilmektedirler (ekim zamanındaki çapraz tozlaşma, beklenmedik ya da teknik olarak engellenemez koşullar, hasat, saklama ve taşıma koşulları nedeniyle). Fakat aslında bu da denetim altındadır. Üreticileri ürünlerinde herhangi bir GDO maddenin oluşmasını engellemek için gerekli önlemleri aldıklarına dair yetkili ulusal kurumları usulüne uygun bir şekilde bilgilendirmeli ve bu bulaşma oranı %0,9 ‘u geçmemelidir.

Dünya, genetiği değiştirilmiş organizmalara karşı neden böylesine ön yargılı?

Bu konu temel biyoloji ve biyokimya bilgisi olmayanların en önemli eleştirilerinden birisi bu ürünleri tükettikçe zamanla insanların kendi genomlarında da değişiklik olabileceği algısıdır. Biyolojik açıdan bu teori geçerli değildir. Biyolojik çeşitliliği azalttığı ve alerjik etkilerinden dolayı duyulan çekince ise oldukça mantıklı.

Ben temel neden olarak kulaktan dolma bilgilerle ve genetik alanında insanlara hayal ettirilen mitler ile konuya yakın olmayan insanların korkutulması diyebilirim. Karşı çıktığımız veya desteklediğimiz eylem ya da düşünceyi her yönüyle öğrenip değerlendirmekte fayda var.

Genetiğiyle oynandığını bildiğiniz bir tarım ürününü tüketmeden önce nelere dikkat edersiniz?

Alerjen etikilerine ve gerekli hukuki süreç ve toksik incelemelerden geçerek onaylandığına. Bu noktada etiketleme çok önemli ama ülkemizde bu atlanıyor. En büyük sorun bu.

Popülasyon içinden genetik olarak daha güçlü bireylerin seçilmesi ve bunlarla yeni bir “güçlü” popülasyon havuzunun oluşturulması genetik modifikasyon olarak değerlendirilebilir mi?
Hayır. Biz buna genetik modikasyonların sonucu olarak gerçekleşen doğal seçilim ve daha da devamında evrimleşme süreci diyebiliriz. Ama bu GDO’nun konusu değil.

*

Genetiği değiştirilmiş organizmalar, önümüzdeki günlerde hayatımızda daha fazla yer tutacak gibi görünüyor. Burada bilim ile birlikte pazara ve bilişime büyük sorumluluklar düşüyor. İyi etik gözetilerek yapılmış ve fayda sağlayan modifikasyonlar, gelecekte ihtiyaç duyduğumuz kaynakları daha kolay ve hızlı şekilde elde etmemizi sağlayacak. Bununla birlikte bu kaynakların içeriğini son kullanıcıya doğru, hızlı ve güvenli bir şekilde ulaştırmamız gerekiyor. Bu aşamada da su ürünleri sektörünün bilişim alanında konumlanmış uzmanlarına büyük görev düşecek. Doğru etiketleme, doğru içeriklendirme ve nitelikli bilgilendirme ile GDO'yu doğru bir şekilde anlatmayı başarabiliriz.

Su ürünleri sektöründeki kariyer planlamaları çeşitlenmeli, peki ama nasıl?

Türkiye için baktığımızda, su ürünleri sektörü tıpkı dünyada olduğu gibi sürekli büyüyen ve nitelikli protein kaynağı olarak son derece önemli bir birimi temsil ediyor. Ülkemizde su ürünleri teknikerliği, su ürünleri mühendisliği ve balıkçılık teknolojisi mühendisliği gibi farklı akademik derecelerden 2 yada 4 yıllık eğitim sonunda mezun olan profesyonellerin önlerindeki iş yaşamları genellikle su ürünleri yetiştiriciliği alanında başlıyor ve ilerliyor.

Su ürünlerinin eldesini nitelikli bir şekilde, çevreye duyarlı ve sürdürülebilirlik kriterlerini göz önünde tutarak verimli bir şekilde sürdürmeyi ve arttırmayı amaçlayan, açık deniz balıkçılığı konusunda kendi için fırsatlar yaratan İskoçya'da, su ürünleri programlarından mezun olanlar için İskoç Su Ürünleri İnovasyon Merkezi (SAIC) tarafından bazı yeni kariyer planlama yol haritaları belirlenmeye başlandı.



İskoçya, su yosunu yetiştiriciliğindeki ilk politikalarını belirledi.

SAIC tarafından planlanan bu kariyer hedeflerinin temelini su ürünleri programlarında okuyan öğrencilerin ülkedeki su ürünleri sektörü içinde iş üreten firmalarda 18 aylık staj yapmaları oluşturuyor. Her disiplinden öğrenciye açık olan bu staj programı öğrencilerin sektörün içinde yer alan ve sektörün farklı birimleri için çözüm üreten şirketleri daha yakından tanıma, onların iş akış süreçlerini ilk elden gözlemleme, vizyonlarını algılama ve belki de en önemlisi üstlendikleri misyonların su ürünleri sektörü içindeki konumunu ve bu konumun öneminin değerini kavrama imkanı sunuyor.

İskoçya su ürünleri sektörünün 2030 yılı için koyduğu büyüme hedeflerine ulaşması için ihtiyaç duyulan nitelikli iş gücü ve becerinin sektördeki firmalarla kolay entegrasyonunu sağlaması amacıyla da son derece önemli ve gerekli görülen bu staj programı sayesinde sektörün geleceğinde rol oynayacak olan genç profesyoneller kadar sektörde şu anda oyuncu konumunda bulunan şirketler ve girişimler de yeni bir vizyon kazanacak. Zaman yönetimi metodları, örgütsel yönetim kabiliyetleri, liderlik, network oluşturma gibi nitelikli kazanımları da alacak olan öğrenciler bu sayede iş yaşamına katıldıklarında daha iş yaşamının getirdiği süreçlere daha hızlı adapte olabilecek.



Türkiye'deki su ürünleri programlarında okuyan öğrencilerin eğitim hayatları boyunca yaklaşık 2 aylık bir staj süreleri yer alıyor ve bu staj süresi içinde genellikle avlama, yetiştiricilik ve işleme gibi temel alanlara yönlendiriliyor. Halbuki dünyadaki tüketilebilir su ürünleri sektörünün tek bileşenleri bu üç başlıktan oluşmuyor; özellikle Türkiye'de de bilişim, teknoloji geliştirme (su altı görüntüleme ve sensör teknolojileri gibi), pazarlama / pazarlama iletişimi, genetik - hastalık araştırmaları, üreme metodları geliştiriciliği, genetik modifikasyon, çoklukültür tesisleri teknolojileri, balıkçılık ağları tasarımı, su kalitesi kontrolü, akademi dışı eğitimcilik ve tek hücre proteinlerinin günlük yaşama katılması gibi birbirinden farkı konularda da öğrencilerin doğru şekilde yönlendirilerek kariyer planlamalarının yapılması gerekiyor.

Bunları sağlamak için de su ürünleri fakültelerinin farklı sektörlerle etkileşim içinde olması ve farklı sektörlerdeki staj imkanlarını sağlayarak, destekleyerek ve onaylayarak vizyon transferi yapmanın önünü açması gerekiyor. Su ürünleri sektörünün bileşenleri konusunda dışa bağımlılığı azaltmanın yolu buradan geçiyor.



Su ürünleri mühendislerinin yapabileceği 9 yenilikçi iş

İskoçya'nın su ürünleri sektörüne verdiği önemden yola çıkarak geliştirdiği ve SAIC ile birlikte hayata geçirdiği bu staj uygulamasının bir başka iyi yanı da sektördeki şirketler ile gelecekte o sektörde çalışacak olan kişiler arasında bağlantı kurması. İyi bir iş bulabilmek için halen liyakatın geçerli olduğu lokasyonlarda doğru kişilerle doğru kanallardan doğru yöntemlerle bağlantı kurmanın önemi hala çok önemli ve geçerli bir metod.

"Her ne kadar her seferinde üç tarafı denizlerle çevrili olan" diye başlasak da, Türkiye'deki su ürünleri sektörünün işleyişini ve sektöre olan katılımı arttırmak için her şeyden önce mesleki örgütlenmenin başarılı bir şekilde sağlanması gerekiyor. Liyakate dayalı bir kariyer planlamasının sağlanması için kişiye özel değil sektördeki her profesyonelin erişimine açık olan portalların ve programların geliştirilerek bu örgütlülük çatısı altında sunulması gerekiyor. Stajlar, sektörel iş arama ve yerleştirme operasyonları, eğitim dökümanları, doğru bilgilerin sunulduğu materyallerin geliştirilmesi kariyer planlamalarının somut ve sonuç odaklı gerçekleştirilmesini sağlayacak.

Küçük işletmelerin yem giderlerini azaltmanın en kolay yolu

Su ürünleri yetiştiriciliğinde yem giderleri ve yem tutma maliyeti yetiştirme operasyonunun önemli bir gider kalemini oluşturuyor. Yetiştiriciliği yapılan türlerin her gün besin değeri yönünden yüksek maddeleri içeren yemlerle beslenmesi zorunlu ve yem giderleri neredeyse stabil. İşletmelerin yem firmalarına bağımlığı ise üretim maliyetini dalgalandıran başlıca etmenlerden. Peki, ihtiyaç duyduğunuz su ürünleri yemlerini kendi üretim tesisiniz içinde üretmeye ne dersiniz?

Balık yemlerinin hazırlaması, aslında zor ve zahmetli bir işmiş gibi görünse de aslında iş göründüğü kadar zor değil, hatta eğlenceli bile sayılabilir.

Afrika kıtasının ortasında, Victoria Gölü’nün kıyısındaki Uganda’nın göle yakın kasaba / şehirlerinden birisi olan Mukono’lu balıkçılar öncelikli olarak tatlı su balıkçılığı ve sağlıklı balıkları elde edebilmeleri için döllenme konusunda eğitildiler. Mukono’lu balıkçılar için su ürünleri yetiştiriciliği eğitiminin belki de en heyecan verici kısmı, yetiştiriciliğini yaptıkları su ürünleri için nasıl besin hazırlayacaklarını öğrendikleri dersler oldu.

Nairobi’deki Endonezya temsilciliğinin öncülüğünde Endonezyalı yatırımcılar ve ülkedeki kalıcı Birleşmiş Milletler temsilcileri, Kigombiya’daki Mukono İslam Enstitüsünde yerel balıkçılara balık yemleri konusunda eğitim verdi. Verilen bu eğitimin amacı aslında oldukça basit; ülke şartlarına göre yüksek kaçan balık yemi fiyatlarının karşısında su ürünleri üretimi yapan çiftçilerin giderlerini kısarak yetiştiricilikten elde ettikleri karı arttırmak.

Su ürünleri için yem üretme aşaması, çiftçilere daha önce verilen havuz yapım teknikleri ve balıkların oraya nasıl ve hangi şekilde konacağı konusunda kapsamlı bir eğitimin verilmesinin ardından verildi.

Aslında küçük - orta ölçekli su ürünleri üreticiliğinde kullanılabilecek ve balıkların ihtiyaç duyduğu maddeleri sağlayan yemlerin içeriğinde çok fazla şey yok ve gerekli olan bir kaç malzeme de etraftaki hammaddelerden kolaylıkla elde edilebiliyor. Örneğin dört ölçek un, üç ölçek balık unu - yada yerine geçebilecek diğer hammadde, bir ölçü nişasta ve biraz yağ ile bahçeden toplanan solmaya başlayan sebzelerle bir miktar mineral katkısı basit bir su ürünleri yemini hazırlamak için yeterli malzemeler. Çok pahalı olmayan ve etrafımızdan kolaylıkla elde edebileceğimiz bu malzemelerin toplam maliyeti muhtemelen satın alınan yemlere oranla daha düşük.

Bütün bu malzemeleri kullanarak su ürünleri için yem hazırlamak gözünüzde canlandırdığınız kadar karmaşık ve meşakkatli değil. Öncelikli olarak iki kuru malzemeyi büyük ve sağlam bir tahta kaşıkla derin bir kapta karıştırmakla başlayın ve geriye kalan malzemelerinizi teker teker hem karıştırın hem de karışımın içine eklemeye devam edin.

Kuru malzemelerinizi karıştırdıktan sonra yaş malzemelerinizi de eklemeye başlayın. Özellikle tatlı meyveleri ve sebzeleri kullanırsanız aynı zamanda beslediğiniz balıkların yeminizi daha iştahla tüketmesini sağlarsınız. Ardından yeteri kadar suyu ve yağı da yeminize ekleyerek tüm karışımın hamur olmasını sağlayın.



Pelet hazırlamak sandığınızdan daha kolay.
Kıvamlı hamurunuzdan uygun büyüklüklerde parçalar kopararak avuç içinizin içinde yuvarlayın. Ardından bu parçaları bir makarna süzgecinin üzerinde bastırarak hamurun gözeneklerden geçmesini sağlayın. Oluşan peletleri güneş ışığında 1 gün kadar kurutun ve ardından güneş görmeyen serin bir yerde saklayın. Unutmayın, yemin içinde herhangi bir koruyucu katkı maddesi olmadığı için hazırladığınız yemleri mümkün olan en kısa sürede tüketin.

Bu arada, eğer çevrenizde varsa yeminizin içine balık unu yerine salyangoz yada soluncan eti de ekleyebilirsiniz.

Dailymonitor.co.ug’daki bir yazıdan yola çıkılarak Türkçe’ye adapte edilmiştir.

Özellikle küçük ve orta ölçekli su ürünleri yetiştiriciliği yapan işletmeler, yem konusunda kendini dışa bağımlılıktan kurtarmak konusunda daha büyük avantaja sahip. Ellerinde var olan imkanları kullanarak ve çevreden elde edebilerek kullanabildikleri maliyetsiz protein kaynakları ile maliyetlerini daha da düşürmek konusunda yeterli fırsatları var.

Su ürünleri mühendislerinin ana çalışma alanlarından birisi olan yem üretimi ve yem teknolojisi alanları artık daha da önem kazanıyor. Uygun yem içeriklerini doğru şekilde ve karıştırarak besiciliği yapılan su ürünlerine veren mühendisler, su ürünleri sektörünün beslenme alanında da stratejik bir noktada görev yapıyor.

Mikropartikül plastik maddeler artık deniz tuzuna da karışıyor

Denizden elde edilebilen inorganik su ürünlerinin başında gelen ve özellike insan beslenmesinde son dönemde kendine önemli yer bulan deniz tuzunda mikropartikül plastik maddeler bulundu. Kaya tuzuna alternatif olarak mutfaklarımıza giren deniz tuzu da böylece plastik atıkların tehdidi altına giren su ürünleri arasında yerini aldı.

İnsanlar tarafından su kaynaklarına bırakılan mikropartiküllerin miktarının 13 milyon ton civarında olduğu tahmin ediliyor ve bunların çoğunluğu deterjan, cilt temizliği ürünleri ve diş macunlarının içinde bulunan, ortalama 5 milimetreden daha küçük parçacıklar. Plastiklerin bir kısmı kimyasal ve mekanik yollarla parçalanıyor olsa da 2014 yılında yapılan bir araştırma deniz yaşamıyla iç içe 5 trilyondan daha fazla plastik parçacık olduğunu belirtiyor.



Mikropartikül plastik maddelerin son tüketicilerden birisi olan insanlara geri dönüşleri arasında önemli yer tutan besin zinciri yolundan daha önce bahsetmiştik. Başta fitoplankton ve kril gibi canlıların beslenmesiyle besin zinciri içine giren partiküller tüketimlik su ürünlerinin bünyelerinde toplanarak hem su ürünlerinin hem de onları tüketenlerin yaşamları için tehlike arz ediyor.

Scientific Reports'da yayınlanan bir başka araştırma ise suyun içindeki mikropartikül plastik maddelerin etkilerinin yalnızca tüketilebilir organik kökenli su ürünlerinin ötesinde olduğunu gösteriyor. Bir inorganik su ürünü olarak kabul edilebilecek olan deniz tuzundaki yabancı maddeleri araştırmak üzere 8 farklı ülkedeki 16 farklı deniz tuzu markasının ürünlerini inceleyen bilim insanlarının elde ettiği sonuç oldukça düşündürücü. Tuzu suda eritip dipte kalan maddeleri inceleyen araştırmacıların bulduğu toplam 72 yabancı maddenin 30 tanesi plastik, 17 tanesi plastik olarak sınıflandırılabilecek pigment ve 4 tanesi de toz olarak tanımlanırken geriye kalan 21 tanesi ise tanımlanamadı. Kimyasal analizler neticesinde ortaya konulan plastik çeşitliliğin çoğunlukla denizlerde atık olarak bulunan plastik maddelerden kaynakladığı ve tuz kirliliği olarak düşünülmediği belirtiliyor. Deniz tuzu örneği alınan ülkeler ise Avusturalya, Fransa, İran, Japonya, Malezya, Yeni Zelanda, Portekiz ve Güney Afrika olurken bir tek Fransa'dan alınan örneklerde herhangi bir atık maddeye ulaşılamadı.



Deniz tuzundaki ve deniz ürünlerindeki mikropartikül plastik maddelerin miktarı şu an için az olduğu için bu maddeleri tüketilmesi şu an için sağlığımız üzerinde herhangi bir zarar teşkil etmiyor fakat su kaynaklarını aynı hızda plastik atıklarla kirletmeye devam etmemiz halinde teşkil etmeyeceği anlamına gelmiyor.

Quartz.com'daki yazıdan yola çıkarak Türkçe'ye adapte edilmiştir.